Tunay SEZER
Hayat işte ne getireceği belli değil...
Admin
Teknik Sorumlu
Hakem
Vip Üye
T.C Vatandaşı
- 24 Şub 2020
- 1,005
- 211
- Çevrimiçi zamanı
- 6d 22h 30m
- 53
- Best answers
- 0
- Oyuncu
- -


Annie
Şeytan Çekici
Marcin'in en iyi yaptığı şey kendi işine bakmaktı.
Karşısındaki insanların gürültüleri, bardakların takırtılarıyla ve çalkalanan içki
sesleriyle karışıyordu. Ara sıra birileri bağırarak içki sipariş ediyordu ve sikkeleri bar
tezgâhına koyar koymaz, hazırda bekleyen ellerine bir bardak kayıyordu. Marcin
hızlıca ve sessizce çalıştığı için kolayca fark edilmiyor ve bu sayede belaya
bulaşmıyordu.
Ama bela her yerdeydi.
Ve çok farklı biçimlerde ortaya çıkabiliyordu. Bazen sinirli, kavgacı bir tip oluyordu.
Bazen pelerinlere bürünmüş siluetler arasındaki bir alışveriş, birinin boğazına hançer
saplanmasıyla sonuçlanıyordu. Bazense tavernanın ağır kapısı açılıyor ve içeri hiç
beklenmedik şekilde küçük bir kız giriyordu.

Marcin, seke seke ve kendi kendine mırıldanarak tezgâha doğru ilerleyen kızı izledi.
Tavernanın kapısı kızın arkasından sertçe kapandı. Dışarıdaki kış soğuğu odaya
doldu. Kapının çıkardığı güm sesi, kızı daha önceden fark etmeyen şaşkın gözleri de
onun üzerine çekti.
Küçük kız bir tabureye oturdu. Tezgâha zar zor yetişiyordu. Marcin çocuğu süzdü.
Parlak kızıl saçları vardı. Elinde yırtık pırtık bir oyuncak tutuyordu ve sırtında
yıpranmış bir çanta asılıydı. Marcin'i en çok şaşırtan şeyse dışarıdaki buz gibi havaya
karşın giydiği eski püskü, kısa kollu elbiseydi.
“Ne istersin?” diye sordu Marcin.
Kız taburenin üstünde ayağa kalkıp oyuncağını tezgâha koydu. Rafların üzerinde
duran şişelere bakıyordu. Marcin oyuncağın bir pelüş ayı olduğunu gördü. Uzun
zaman önce özenle dikilmiş ve o zamandan beri başından epey iş geçmişti.
Uzuvlarındaki dikişler, yıllar boyunca çektikleri yüzünden gevşeyip görünür
olmuştu. Düğmeden yapılmış gözlerinden biriyse kim bilir ne ara düşmüştü?
“Bir bardak süt alabilir miyim lütfen?”

Marcin şaşırdı ama bir şey söylemedi. Seramik sürahiyi almak için tezgâhın öbür
ucuna gitti.
Kalın bir ses, “Senin bu saatte tek başına ne işin var dışarıda?” diye sordu.
Marcin iç geçirdi. Bela belayı çekerdi hep. Sürahiyi raftan indirip tezgâhtan yana bir
bakış attı. İri bir adam kızın başına dikilmiş, tek sağlam gözüyle onu inceliyordu. Kız,
adamla karşılaştırılınca kocaman bir dağın eteklerindeki küçük bir çakıl taşı gibi
görünüyordu. İri adamın kaslı vücudu yara izleriyle kaplıydı. Kemerindeki
halatlardan, zincirlerden, kancalardan ve sırtında taşıdığı kocaman kılıçtan adamın
bir ödül avcısı olduğu belliydi.
Kız kafasını kaldırıp adamın yüzüne baktı ve gülümsedi. “Tek başıma değilim ki.
Yanımda Tibbers var. Değil mi Tibbers'çığım?” Sevinçle ayısını havaya kaldırdı.
Ödül avcısı kahkaha attı. “Annenle baban seni özlemiştir.”
Kız ellerini indirdi ve hüzünle yere bakmaya başladı. “Hiç sanmıyorum.”

“Yok canım, bence özlemişlerdir. Kızlarını sağ salim eve getirene bayağı bir para
öderler kesin.” Marcin ödül avcısının kafasının içinde altınların şıngırdadığını
duyabiliyordu. Adam alacağı parayı hesaplamaya başlamıştı bile.
“Ödeyemezler çünkü öldüler.” Kız tabureye geri oturdu ve üzgün üzgün ayının
düğmeden yapılmış gözüne bakmaya başladı.
Ödül avcısı tam konuşmaya başlayacakken Marcin kupayı sertçe tezgâha koydu.
“Al bakalım sütünü.”
Kız yüzünü Marcin'e çevirip gülümsedi. Artık üzgün görünmüyordu.
“Teşekkürler amca!”
Ayısını masaya koyup elini sırt çantasına götürdü. Marcin beklemeye koyuldu. Kız
ne kadar para verirse versin kabul edecekti.
Kız büyük bir para kesesini şangırdata şangırdata tezgâhın üzerine koyunca
Marcin'in ağzı açık kaldı.
Tezgâha birkaç altın sikke düştü, biri kenara doğru yuvarlanmaya başladı. Marcin
hızla yuvarlanan parayı parmağıyla yakaladı. Yavaşça eline alıp inceledi. Ağırlığı ve
dokusundan gerçek bir Noxus parası olduğu belliydi.

Küçük kız kıkırdayarak, “Özür!” dedi.
Marcin yutkundu, ağzı bir anda kurudu. Paraları ve keseyi kimse görmeden kızın
çantasına koymak için hamle yaptı.
Ödül avcısı, “Küçük bir kız için ne kadar da büyük bir kese,” diye homurdandı. Sesi
gereğinden yüksek çıkıyordu.
Kız, “Tibbers buldu onu,” diye cevap verdi.
Adam küçümseyici bir kahkaha attı. “Demek öyle?”
“Bizi yolda durduran adamın üzerindeydi. Çok kötü biriydi.” Kız sütünü yudumladı
ve dikkatini ayısına verdi.
“Yazık olmuş…” diyen ödül avcısı tabureye yaklaştı ve elini keseye doğru götürdü.
Kız kafasını kaldırıp iri adama baktı. Yüzüne muzır bir gülümseme vardı.
“Tibbers adamı yedi.”

Bir süreliğine zaman durdu sanki. Sonra ödül avcısının kahkahası odayı çınlattı.
“Kesin öyledir,” dedi bağıra bağıra. Koca eliyle oyuncağın kafasını tutup kızın
elinden aldı. “Büyük, korkunç canavar bu demek.”
Küçük kız, “Tibbers'ı bırak!” diye haykırdı. Bir yandan da ayıcığını geri almaya
çalışıyordu. “Çekiştirilmekten hoşlanmaz.” Ödül avcısının kahkahaları gitgide
yükseliyordu.
Marcin sikkeyi cebine atıp döndü, fark edilmeden arka tarafa geçti. Kıza yardım
etmek isterdi fakat bu kadar uzun süredir hayatta kalabilmesinin sebebi beladan
uzak durmasıydı.
Ama kızın sesini duyunca donakaldı.
“Tibbers'ı. Bırak. Dedim.”
Hırıltılı ve öfkeli bir sesle söylenen bu kelimeler tavernanın uğultusunu bıçak gibi
kesmişti. Marcin vicdanına yenik düştü, arkasını dönüp kıza baktı. Kız tezgâhın
üzerine çıkmış, ödül avcısının gözlerinin içine hiddetle bakıyordu.
Sonra bir anda bir kargaşa koptu.

Kızdan aniden parlak bir ışık ve bir ısı dalgası yayıldı. Marcin kollarını kaldırarak
kendini korumaya çalıştı ama artık çok geçti. Acı içinde haykırdı. Geriye doğru
sendeleyerek arkasındaki raflara çarptı. Tezgâhın arkasına eğilip saklanırken
yukarıdan birkaç şişe sağına soluna düşüp paramparça oldu. Marcin tereddüt ettiği
için kendine sövüyordu. Adamların çığlıkları ve kırılan tahtaların çatırtıları arasında
yükselen alev gitgide büyüyordu. Hırıltılı, gerçek olması mümkün olmayan bir ses
tavernayı inletti. Marcin korkudan tir tir titriyordu. Gözleri hâlâ tam olarak
görmeyen tavernacı, mutfağa açılan kapılara doğru gittiğini umarak yavaş yavaş
emeklemeye başladı. Etrafındaki çığlıkların şiddeti artıyordu. Sonra hepsi, tüyleri
diken diken eden bir çatırtıyla son buldu.
Marcin beladan uzak durma prensibini o gün ikinci kez göz ardı ederek tezgâhın
kenarından korku dolu gözlerle baktı.
Odada dev gibi bir canavar dikilmişti. Gölgesi ateşin ışığıyla duvara yansıyordu.
Uzuvları gövdesine, iplikle dikilmişe benzeyen kalın tendonlarla bağlanmıştı. Marcin
dikkatlice bakınca canavarın kendisinin yandığını anladı. Aç alevler deve zarar
vermeden kürkünde dans ediyordu. Ödül avcısının gevşek, kanlar içindeki
vücudunu pençeleriyle kafasından tutup kaldırmıştı. Adam dev pençelerin arasında
cansız bir bez bebek gibi duruyordu.

Küçük kız canavarın önündeydi. Etrafı alevlerle çevrilmişti.
“Haklıymışsın Tibbers,” dedi küçük kız. “O da çekiştirilmekten hoşlanmıyormuş.”
Marcin dehşet içinde odaya baktı. Tavernadaki bütün sandalyelerle masalar ters
dönmüş ve tutuşmuştu. Alevlerden çıkan kara dumanlar tavana doğru
yükseliyordu. Kan ve yanık et kokusu alan Marcin öksürüğünü bastırdı. Midesi
kalkmıştı.
Dev canavar arkasını dönüp gözlerini ona dikti.
Marcin'in dudaklarından bir inilti kaçtı. Ayının gözlerinde parlayan sonsuzluğun
içinde kaybolmaya başlamıştı. Sonunun geldiğinden emin olarak yutkundu.
Çatırdayan alevlerin arasından gelen bir kahkaha odada yankılandı.
Canavarın arkasından kafasını çıkaran küçük kız, “Merak etme,” dedi. “Tibbers seni
sevdi.”
Taverna çökerken minik kız çoktan karlı gecenin karanlığına karışmıştı bile.